Nenelerimin (anneannem ve babaannem) ve Hacı dedemin yaşadıklarını birçok kez dinledim. Anlattıklarını dizlerinin dibinde, çocukluk yıllarımda, içinde acıdan, ölümden, hastalıktan, yoksulluktan, kan ve silahtan başka bir şeyin olmadığı bir masalı dinler gibi dinledim. Sonra, büyüdükçe her detayı sorgulayarak dinledim. Kendimce analizler yaparak, ama çoğu kez de, hiçbir sonuca varamadan dinledim. Bu üç sevgili büyüğüm de, her defasında, yaşadıklarını anlatırken, sessiz sessiz gözyaşı dökerdi. Acılarını, yüreklerinin bir yerlerinde duyarak, ama büyük bir ağırbaşlılıkla yaşar, kin ve nefrete mağlup olmayan bir asalet taşırlardı. Onlar hikâyelerini hiçbir zaman beni bir Ermeni düşmanı olmaya itecek tarzda anlatmadılar. Yine onlar, bugün, aydın geçinen ve olaylara hep kendi ülkesini ve halkını suçlu kabul ederek, tarihinden utanan çokbilmişlerden daha doğru, daha anlamlı tahliller yaparak, “Oğul, biz Ermenilerle kardeşçe yaşıyor, her yerde birlikte oluyor, sadece, onlar kiliseye biz de camiye giderken ayrılıyorduk. Ne zaman ki Urus (Rus) geldi, Kozak geldi, Ermeni komitecileri onlarla birlik oldu, sonra Frenk geldi, İngiliz geldi, o zaman işler değişti” diyerek, bu olayların temelinde emperyalizm olduğunu söylüyorlardı sanki. Aynı sözleri Agop amcanın ağzından dinlemiştim. Ama onlara kimse fikirlerini sormamış, istemedikleri bir savaşın suçsuz suçluları olmalarına karar kılınmıştı. Babaannemin şu sözleri kulaklarımda yankılanır:
“Ermenilerle çok iyi komşuluğumuz vardı. Bir yere giderken, evlerimizi birbirimize teslim ederdik. Allah var, onlardan çok şey öğrenmiştim. Güzel yemekleri, evlerin temizliğini, insanlara olan saygılarını görüp etkilenirdim. Evlerini güzel yaparlardı. Kiliselerini de. Biz de onlara bakıp, daha iyisini yapalım diye uğraşırdık. Görünmeyen, güzel bir rekabet havası vardı. Geçmişte, Ermenilerle Türklerin birlikte oturdukları köylere, mahallelere bakın, ayakta kalmış yapıların hepsi güzeldir. Onlar gittikten sonra, bizim Hasankale’de taş evler yerine hep toprak damlı evler yapılır oldu.”